Ana içeriğe atla

Taştan Kalpler


Kalbimizi, nadir bulunan değerli taşlara benzetirim. (Bkz: Orion'da geçen yakut ve safir.) Kan pompalayan dolayısıyla hücrelere oksijen yani enerji gönderen bu etten organ, sanki mistik bir enerji yayan taşlardan oluşmuştur. Birini sevmek de her zaman kalple ilişkilendirilmiş bir duygu olduğu için, sevdiğimiz kişiye kalbimizi oluşturan o değerli taş parçalarından birini koparıp veriyormuşuz gibi düşündürür, hissettirir bana. Kimine küçük bir parça veririz kimine kocaman... Kopardığımız her taş bir boşluk bırakır geride ama hemen öyle korkmayın, o boşluklar bize zarar vermez çünkü taşların bir kapsama alanı vardır. Sevdiklerimiz çevremizdeyken tıpkı kalbimizdeymiş gibi enerji verirler bize. Bu yüzden hayatımızın büyük çoğunluğunda hiçbir sorun yaşamayız.

Yine de bazen...

Bazen sevdiklerimizden uzak kaldığımızda, görüşüp konuşamadığımızda, kavga edip küstüğümüzde, o boşluk kendini hissettirmeye başlar. Sevdiğimiz ve görüşemediğimiz kişiye verdiğimiz parça ne kadar büyükse o kadar acıtır geride bıraktığı boşluk canımızı. İnsanlar buna özlem der ama aslında bu vücudumuzun o boşluğu doldurma çabasıdır. Çünkü bir sistem ancak bütün parçaları yerindeyse işleyebilir; verdiğimiz o parça bizim için bir gerekliliktir. Üstelik o parçanın yerine her bulduğumuz taşı koyamayız. Biz nasıl herkese dağıtmıyorsak, onlar da bizimle kolay kolay paylaşmazlar taşlarını. Üstelik paylaşmak isteseler bile, bir taşı alıp cebinizde taşımak ve onunla kalbinizdeki boşluğu kapatmak çok farklı şeylerdir. Kiminin kalbi soğuk kırmızı bir taştır örneğin. Yaklaştırmaz sizi kolay kolay yanına, tanıması zor olur. Kiminin de kalbi zümrüt rengidir, asaletin bir kristale bürünmüş şeklidir adeta. Bazen neşe ve mutluluk saçan sarı bir taştır kalp, bazen de mavi. Ben en çok mavi olsun isterdim mesela. Her neyse, demek istediğim, kafamıza göre bir taşla dolduramayız; o boşluk orda uzun yıllar kalabilir.

Hele bir de verdiğimiz parça büyükse, kalp orayı bağ dokudan tamamlar ki sormayın. Bağ doku hiçbir işe yaramaz enerji üretemez; yerine uygun bir taş bulsanız da koyamazsınız çünkü dolmuştur. Bu tip insanlara çok acırım. Yazık, keşke başta o kadar büyük bir parça vermeselermiş. Nerden bilebilirlerdi ki, sevmek böyle bir şey işte...

Yine de boşluk ne kadar büyük olursa olsun, kalbimizin orayı bağ dokuyla doldurmasına izin vermemek gerekir. Zor da olsa belki uygun bir parça bulursunuz ilerde ya da size ait olan taş tekrar geri gelir. Uzun bir aradan sonra sevdiklerinize kavuşursunuz. On bin kilometreden fazla bir mesafe ve sekiz-on saat zaman farkına rağmen, bir merhaba bile yeterli olacaktır gerekli enerji transferi için. Hatta küslükler bile ortadan kalkacaktır... Bu yüzden eşinize dostunuza, onu sevdiğinizi söylemeyi ihmal etmeyin.

Not: Ben özledim diyemem, sevdiğimi söyleyemem; onun yerine, blog yazarım.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sıradan

          Tüm muharebelerini kaybetmiş bir amiralin son kurşunu bu kelimeler. Bir insan kaç savaşta yenilebilir ki? İşte ben o kadar yenildim sana. Ah, hadi ama... Böyle bir cümlenin geleceğini sen de tahmin ediyordun, değil mi? Ezberlemiş olmalısın artık beni. İyice tanıyorsun, bir virtüözün enstrümanını tanıdığı gibi. Ve çoktan fark etmiş olmalısın aslında yitirdiğimi kelimeleri. Söyleyecek pek bir sözüm kalmamış geriye; birkaç süslü cümle ve biraz kafiye, o kadar! Sanki yine sarhoşum ve seni yazmak için bir bahane bulmuşum. Bir yerden ilham gelmiştir nasılsa, tanıdık bir müzik çalınmıştır kulağıma. Ne var bunda? Yazmak istiyorum, anlasana! [Yazasım Var #5] Ben bugün bile hâlâ otuzumda, seni düşünürüm her ayın dokuzu nda. Kafiyeler yazma çabam, onların güzel olduğuna dair batıl bir inançtan ibaret. Çünkü sen de güzelsin. Seni yazmak demek, süpernovaya dönüşen yıldızları yazmak gibidir. Çünkü bulutsular da güzeldir. Yazdıklarımı anlamaları için astron...

Necronomicon

Daha önce hiç söylenmemiş ne söyleyebilirim?       Çok yorgunum. Ve çoktan kayboldum. Artık ilhamımı da yitirdim sanırım.  Yaşamak falan da istemiyorum. Karanlık bir çukur var içimde, evrendeki en ağır nesne. Işığımı yutar, beni çeker içine. Sonsuza kadar sürüklenir, atomlarıma kadar ezilirim. Bugün yine griyim. Koca bir hayat boyunca yaşadıklarımı küçücük bir hisse sığdırıp nasıl tarif edeyim? Bu yüzden belki de susmak en iyisi. Çünkü ne kadar konuşsam o kadar anlamayacaksın beni. Yine de anlatmak geliyor içimden sana, ne yapayım? Seni yazmak bir çeşit nekromansi.       Yokluğuna dayanamayıp devrilir tümcelerim. Öyle olmasa, yani sen olsan, o zaman ben bile mutlu olabilirim. Dünya acılarla dolu bir yer olmaktan çıkar; yaşamak bundan böyle sadece ıstırap değil. Senden çocuğum olsun isterim. Adını Yaz koyarım. Adını içimdeki karanlığa doğan güneşten alır. O doğduğunda gün doğar; ışık olur. Bak gördün mü, artık yaşamamın bir anlamı var! Ölmeyi...

Anısına

      Bu, dünyada yazılmış en iyi ve en harika blog: Anısına.      Uzun zaman önce bir gece vakti kardeşim Semih ve ben, Ayvacık’tan Saray'a dönüyorduk. Uzun ve sessiz yolda bizden başka kimsecikler yoktu. Bütün gün alkol içmenin bize verdiği yetki ve yolun ıssızlığıyla birlikte; o gece o yoldaki -hatta belki de koca evrende- en gürültülü iki varlık bizdik.      Sonra birdenbire, yolun ortasında parıldayan bir ışık belirdi. Işık, sanki gözümüzün önündeki gerçeklik perdesinin yırtılması sonucu başka bir boyuta açılan ince bir çizgiden sızıyordu. Sonra çizgi büyüdü ve genişledi, gözlerimiz tamamen ışığın ihtişamına büründü. Açılan geçidin içinde bir siluet belirdi ve bizi o büyülenme halinden gerçeğe döndürdü. Sivri dişleri, kıvrımlı boynuzları ve kırmızı gözleriyle karşımızda Şeytan dikiliyordu.      Ve bize dedi ki: "Hemen şimdi, burada, bana dünyanın en iyi blogunu yazın! Yoksa ruhlarınızı yerim."      Donup kal...