Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Aralık, 2016 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Mağara Adamı

Anlatacağım olay Paleolitik dönemin, insanın içini ısıtan bir bahar gününün akşamında yaşanmıştı. O zamanlarda avımızı avlar, akşamları mağaralarımızda ateşin etrafında hayatı sorgulardık. Varlığın ana maddesi nedir, evrende bir düzen var mıdır, bilgi nedir? Her zaman bir kaç becerikli insan olur ve duvarlara resimler çizerdi. Öyle bir yeteneğim hiç olmadı. Ben daha çok "sorgulayanlardan" biriydim. Günlerden bir gün, ateşin başında yine bu tarz sohbetler ederken, avcı liderlerinden biri ortaya bir hipotez attı. Sözlerine şöyle başlamıştı: Doğayı incelemek benim işim. Bu sayede yiyecek elde ediyoruz. Genç insanları yanıma alıp avlanma sanatını öğretiyorum. Onlara sürekli aynı şeyi söylediğimi fark ettim: “Her zaman daha güçlü bir tür vardır.” Herkes avcı şefinin nereye varmaya çalıştığını düşünürken, sorguladığı şeyi fark ettiğimde dehşete kapılmıştım! Önceleri, bana dehşet veren bu düşünce daha sonraları soracağımız tüm sorulara bir cevap olacaktı aslında. Ve bu

Olmayan Adam

Artık hiçbir şeyin tadını alamıyorum. Güneş eskisi gibi doğudan doğmuyor sanki. Baharda sabahın tehditkar serinliğine karşı duran o korumacı sarı ışık yok. Kulaklıklarım da şarkıyı cızırdamadan çalıyor, rahatsız edici bir kusursuzluk. Bu ne sikim iş lan, gram zevk almıyorum hayattan! Çocukken kelebek yakalamaya çalışırdım da beceremezdim. Bir kız vardı, evinin önünden geçerdim, göremezdim. Gerçi evi orası değilmiş sonradan öğrendim. Bu o kadar kötü işte. Onlardan daha da kötü hatta. Şu meredin bile tadı bir başka artık. Basıyorlar içine şekeri, sonra miden kaynasın dursun. On sekiz yaşındayım ulan ben daha. Dünyaya siz hepiniz ben tek diyebilmem lazım. Ne bok varsa yemem, feleğin çemberinden geçmem lazım. Sen de bir şey söylesene iç-ses. Duvara mı konuşuyorum burda?        "Ne istiyorsun Kartal?" Seni. ***

Tekillik

Kara delikler tekildir. Bir türlü aklım almıyor; gözlerinden nasıl doğarım? Sallanarak yürüyorum, hiçbir şeyin anlamı yok. Sokak, yürüdüğüm yol ve yanından geçtiğim binalar flu. Düşünmek oldukça zor. Eve nasıl gideceğimi bilmiyorum. Ev nerede bilmiyorum. Bir yabancı yanımdan geçip gidecek, yıllar sonra bana iki şiir okuyacaksın. Artık bir yabancı değilsin. Sabaha kadar gelmeyeceğim. Soğuk bedenimi gamzeye koyacaklar. Hazır ol ya da olma, çoka kalmaz öleceğim... Aklım almıyor, nasıl kara delikler tekil olur, gözlerin iki tane. Her şey su içinde gibi. Eve nasıl gideceğimi bilmiyorum. Son anlarımda bir siluet beliriyor. Sürekli aynı sesleri dinleyeceğim. Bir milyon gülün anlamı ne, ev nerede bilmiyorum. Sen neredesin bilmiyorum, henüz kim olduğunu bile bilmiyorum. Kara delikler tekildir, gözlerinde öleceğim.

Yazasım Var #2

Rahatsız bir taburenin üzerinde, rahatsız edici derecede parlak beyaz bir ışığın altında, yumuşak sarı bir kağıt yerine sıradan bir a4 kağıdına yazıyorum bu sefer. Tüm o gecelerin hatırına, loş ışıkta yazarken yaptığım imla hataları gibi birkaç hata yapmalıyım. Ya da belki biraz içerikte saçmalarım. Söylemeden geçmeyeyim, en az tabure kadar rahatsız bir adamım. Pek konuşan biri olduğumu düşünmüyorum. Ya da çevremdeki bazı yakın dostlarım böyle düşünüyor, ben de onlara katılıyorum. Konuşmak zorunda olduğum yabancıların yanında değilsem neden konuşayım ki? Bir kağıt ve kalemim de varsa... Kendi kendine konuşmak başka, o konuyu geçelim.  Divan edebiyatındaki şu meşhur tartışmayı bilirsiniz; kafiye göz için midir yoksa kulak için mi? Şimdi gerçekten anlıyorum. Eskiden sadece kulak için olduğunu düşünürdüm. Neyse konuyu çok dağıtmayalım. Ne diyorduk; yazasım var. Siz hiç gerçek olmayacağını bildiğiniz bir hayal kurdunuz mu? En azından gerçekleşme ihtimali olan hayaller