Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Paralel Evrenlerin Yeniden Doğuşu

Sesler seslere karıştı, renkler renklere. Birbiri ardına devrildi paralel evrenler. Tıpkı bir yelkenlinin anafora kapıldığında olduğu gibi çekiliyorlardı tek ve mutlak bir noktaya. Sesler ve renkler de birbiri içine girdi nihayet ve tek bir frekansa dönüştüler. Giderek soluklaşan benliğim gibi yok olacaklardı yakında ve ben zamandan bile azat olacaktım. Kütlesiz ve hacimsiz bir boşlukta, bir noktanın içinde yapayalnız bir tanrıya dönüştüm, Allah oldum. Bütün evrenler çöktü ve ben tekilliğe büründüm. Mutlak hiçliğin içinde, zamanın olmadığı o boşlukta; her şeye kadir ben bile, ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum. Ta ki, anlardan bir an, bana edilen bir duayı duyana dek. S.... .a... ..s.... Nasıl olur? Evrende benden başka hiçbir şey yok. Hatta evren bile yok. Ben varım yalnızca; başı ve sonu olmayan, eşi benzeri bulunmayan ve başka hiçbir şeye benzemeyen, gücü her şeye yeten, kelam sahibi ben! Doğru ya, sesler ve harfler olmadan da konuşabilirim çünkü kelam bendedir. Varlığın ke

Bal Arısı

Ofisin girişi olduğunu düşündüğüm yerin önünde, mermer bir sütunun üzerinde, nasıl olduğunu bilmediğim bir mühendislikle havada asılı şekilde bir sanat eseriymişçesine duran -belki de sergilenen demek daha doğru olacak- başparmağım büyüklüğündeki arı heykelini izliyordum. Rengi o kadar koyu mordu ki ilk görüşte siyah olduğunu sanırdınız. Bu arı heykelinin onun sembolü olduğunu ilk görüşte anladım. Ama her nedense hep altın veya gümüşten olacağını düşünmüştüm. Bu gördüğüm siyahlık ise beni tamamen büyüsü altına almıştı. Gözlerimi üzerinden alamıyor, sisli sokaktaki diğer mekânlara ve önlerindeki heykellere bakamıyordum. Bu sırada o, arkamdan yaklaşıp, düşüncelerimi duymuşçasına; kara elmas, dedi. Kara elmas, diye tekrar ettim. Kömür mü yani? Şaşkınlığım onu epeyce eğlendirmiş gibi görünerek güldü ancak alay etmiyordu. Doğru ya, dedi, sizin geldiğiniz yerde atomların bu şekilde dizilmiş haline hiç rastlanmaz. Neyse, diye devam etti, isterseniz içeri geçelim. Sokağı göstererek;

Bir Eylül Cinayeti

Tatlı serinliğin büyüsüne kaptırmıştır gecelerim kendini. Ağaçların yapraklarındaki hışırtı kulağıma fısıldayan bir sevgilidir, şehvet ve tüm günahlardan uzak, bir bebeğinki kadar masum. Karanlık, bir ana gibi kucaklar bu garip oğlunu. Göz kırpar gibi parıldar yıldızlar, oynayaşan çocuklar gibi. Koşup gider bir kuyruklu, şimdi kayıp düşecek. Ah! İçim gider. Yağmurlar yasak aşkımdır benim. Rüzgârlar tüm o kavgalarımızdır. Yaprakları da o rüzgarlar hışırdatır. Yeri gelir, koparır dallarından, yollarıma döker, savurur. KOMİSER : Ne anlatıyon lan, it oğlu it! POLİS : Vurma amirim, başımıza bir iş açılacak! KOMİSER : Anlat ulan, anlat orospu çocuğu, neden öldürdün kadını, anlat! KATİL : 'Eylül'den itibaren geceler hazindir, uzundur' diye şiir yazmış. Sırf bu yüzden adıma kopyacı katil diyeceksiniz şimdi. Ama bilir misin sen komiser, Eylül'ü bilir misin? KOMİSER : Kıskançlık cinayeti mi? Kıskandığın için mi öldürdün kadını? Ne yaptın cesedi söyle. Nereye

Gümüş Ruh

Serinliği tıpkı bir gecelik gibi giymiş üzerine, şehir uykuda. Kaldırımlara ve asfalta inciler saçılmış. Kimi yeşil, kimi sarı, kimi beyaz... Sokaktan ben geçmesem her köşebaşında saklanan cüceler çıkacak; ellerinde kazmalarıyla, sabaha kadar bir tane bile bırakmayacaklar ortalıkta. Nasılsa şehir uykuda... Sen de uykudasın. Kulaklarımda bir müzik, eskilerden kalma. Müzik seni unutmuş, sen beni. Bense yürüyorum cücelerin gizlendiği şehrin sokaklarında. Bir çifte rastlıyorum kol kola. Yaz ve Eylül gibi âşıklar birbirlerine. Tıpkı benim sana... Anla işte. Bin bir âlemi geziyorum geceleri. Kimi sıcak kimi soğuk... Hangisindeyse hazan, hangisinde yapraklar dökülüyorsa ağaçlardan, orda duruyorum bir süre. Umutlarımı kumar masalarına sermaye ediyorum. Rulet gibi papatya; ya seviyor, ya mermi namlunun ucunda. Kaybediyorum her eli, bedenimi gömüyorlar gamzenden uzaklara. Doğduğum topraklarda bir çam ağacı altında da yatmıyorum üstelik. Kışlar gelip geçiyor, üzerime karanlık karla

Töz

Şeytanların seni hiç serbest bıraktı mı? Yirmi beş yaşındaydım onlar tarafından salındığımda. Adeta yeniden doğmuş, ilk defa özgür olmuştum. Gece vakti sahilde tek başımaydım. İnsanlar hala yaşıyor, arkamda şehrin devasa silueti uzanıyordu. Yine de tek başımaydım. Önümde uzanan koca okyanusun gürleyen sesi ve gökyüzünde, samanyolundaki yıldızların her bir tanesi haricinde kimse yoktu. Şeytanlarım ve meleğim yoktu. Ben yoktum. Özgür kılındım. Milyonlarca yıl orada dikildim dalgaların beni dövmesini izlerken. Ayağımın altındaki ince kum tanelerini artık hissedemiyordum çünkü ayaklarım onlardan olmuştu. Başımın üzerinde devir daim eden geceyi ve gündüzü, yıldızları ve güneşi, gök adaları ve bulutsuları görmüyordum artık. İrislerim gündüzleri, gözbebeklerim geceleri oluşturuyordu. Küçüldüm, küçüldüm... Dalgalar beni dövdükçe küçüldüm. Nihayet ayağımın altındaki kum tanelerinden daha küçük oldum. Milyarlarca kilometre uzaktaki gezegenlerden bile küçüktüm artık. Boşluğu

Çöküş

Anlatılır ki; doğduğum gece gökyüzü bebeğini kartal kapmış Fatma Girik gibi haykıra haykıra ağlıyormuş. Tanrılar canıma karşılık can, ruhuma karşılık ruh istemişler. Ben de ağlamışım, avazım çıktığı kadar ağlayarak reddetmişim bu isteklerini. O yüzden, doğduğum gün lanetlendiğim gündür aslında benim. Denir ki, o gece Aquila takımından bir yıldız süpernovaya dönüşmüş. Tanrıların öfkesi ancak böyle durulmuş. Annem nihayet kucağına almış beni; cefadan mıdır, tırnaklarım uzunmuş. Kesmeseydin keşke be anne, hayata tutunacaktım belki onlarla. Ya da yüzümü çizip kanatacaktım, belki tanrıları memnun edecektim o kanla. Benim doğduğum yılda, rock n roll ruhu çoktan ölüp yerini daha karamsar notalara bırakmış. Şarkılar artık minör akorlarla bezeliymiş. Türkiye'de de arabeskin en revaçta olduğu dönemler. O zamanlar "Ben acılar çocuğuyum." diye bir söz çok popülermiş. Komik. Bir çocuğum olduğunu hatırlamıyorum... Bazı insanlar klişelerden nefret ederler. Onlar çocukken

Mavi Hüznün Sonatı (Serim)

Güneşin altında parıldayan bir nehir akıyor gözlerimin önünden. Milyon yıllar geçiyor üzerinden. Nehir denize dökülüyor. İleride, yeri ve göğü ayıran zümrüt renkli bir dağ, denizin rengini kendi rengine çeviriyor. Aman allahım, senin gözlerinden bile daha güzel... Aşk, kaldıramayacağım bir yük artık. Nereden başlasam bilemiyorum. Bana bir piyano verirseniz güzel sesler çıkaracağımdan emin olabilirsiniz. Bana bir gitar verirseniz sizin için güzel bir parça çalabilirim. Bana hayatlarınızın bir parçasını verirseniz onu cehenneme çevireceğim. Ve bir kalem ve kağıtla yazmakta da oldukça iyiyim. Böyle başlamamıştı hiçbiri aslında. Böyle son buldu lakin. Henüz on dört yaşındaydım bir Mustang'im olsun isteğimde. Ama kimin umurunda değil mi? Peki ilk şiirimi yazdığımda? İlk kez aşık olduğumda? Ya seni ilk kez gördüğüm an? Bir yaz ve ardından sonbahar, sonra bahar aylarıydı ağaçlarda yeşil yapraklar... Kendini yalnız hissettiğinde hiç kapıdan içeri biri girdi mi, gününe güne

“1”

Aslında sadece “1” yoktur.  Çünkü aslında sadece “1” vardır ve bu yüzden yalnızca o yok olabilir. Dolayısıyla hiç olmaması durumda bile “1” varlığını korumaya devam eder. Bu son zamanlarda üzerine çokça düşündüğüm bir konu olmakla birlikte, hâlâ benim için tamamlanmış bir düşünce sistemi değil ne yazık ki. Şu yazıyı yazmaya başlayana kadar bile, “Aslında sadece 1 ve 1’in olmaması durumu var.” Şeklinde düşünüyordum. Bu görüş, çok yaygın inanışlarla da desteklenmektedir. Doğu kültüründe yer alan “ ying ve yang ” bir hiçlikten gelir, iki de birden; Helenistik düşüncedeki “ teklik içinde çiftlik ” aynı bedene hapsolmuş Hermaphroditos, İslam’daki “ tevhit ” gibi inanışlar bunun en bilinen örnekleridir. Ben buna “tekillik” diyeceğim.   Varlık ve yokluk üzerine, yeni tanıştığım biriyle yaptığım geçtiğimiz günlerdeki bir muhabbette, konu oldukça faklı yerlere gitti ve konuşurken kendi kendimi gaza getirebiliyor olmamla da birlikte görüşlerimi kontrolsüzce savurmaya başladım

Yanalım Diye

       İçimde ağlamak biriktiririm. Nefesimi tutmak gibi; büyüdükçe büyür, zamanla ağırlaşır. Taşıyamam artık, o ağlamak nefesime karışır. Anılar bile bir anının içindedir artık. Sevmek, kitaptaki bir tanımdan ibaret. Hayal et, nasıl da yazardın geceler boyu. “Edebiyat parçalardın” giriş paragraflarında. Eski fotoğraflarında gülümserdin her zaman, sanki hep mutluymuş gibi. Hayat bir yanılsama. Ne sebep oldu binlerce kilometre uzaklara uçmana?                 Ah, hayat daha basitti elbette bir zamanlar. Kaç farklı kelime kullandığının önemi yoktu; ne bir eksik, ne bir fazla. Tümcelerinde yüklemlerin olmamasını umursamazdın. Cümlelerini inatla devrik kurardın. Olmayan okurlarını etkilemeye çalışmazdın. İlham gelirse yazardın; her zaman gelirdi. Sağ olsun hiç gitmezdi. Gelmiyorsa sen ona giderdin. Soğukta tir tir titrerdin. Sokakta bağırarak şiirler yazardın. Sokaktaki en aptal çocuk sendin. Yine de seni severlerdi. Belki. Biraz...                 Hangisi daha güzeldir dersin?

-Gitmek-

  Hatırlayabildiğim en eski anılarımda dahi hep "gitmek" vardı benim. Öyle her zamanki gibi, bir yerleri keşfetmek için gitmek de değil; bazen, kaçmak için. Bazen de kaçtığım şeylere uzaktan bakabilmek, planlar kurup, sonra üzerine daha iyi gidebilmek için. Bu gidişim hangi sınıfa giriyordur bilmiyorum ama bugün "yine" gidiyorum. Üstelik bu sefer, duygusal ve romantik herhangi bir bağım olmasa da çok sevdiğim bu şehir, Melbourne'den...  O da beni sevmiş olacak ki, yağmur yağdırarak veda ediyor bana. İster arkamdan su dökerek uğurlamak olarak algılayın, ister gidiyorum diye ağlıyor olsun... Her iki şekilde de o sevgiyi hissedebiliyorum yüzüme vuran her bir yağmur damlasında.  Ne kadar ironik, bu defteri yazmaya başladığım günden beri kullandığım ve "bu kalem biterse ne yaparım, başka bir kalemle yazmak çok eğreti durmaz mı" diye düşündüğüm kelimin bitmesinin benim Melbourne'den gidişime denk gelmesi. Bu maceraya da bir kalem ve bir defterle

Taştan Kalpler

Kalbimizi, nadir bulunan değerli taşlara benzetirim.  (Bkz: Orion 'da geçen yakut ve safir. ) Kan pompalayan dolayısıyla hücrelere oksijen yani enerji gönderen bu etten organ, sanki mistik bir enerji yayan taşlardan oluşmuştur. Birini sevmek de her zaman kalple ilişkilendirilmiş bir duygu olduğu için, sevdiğimiz kişiye kalbimizi oluşturan o değerli taş parçalarından birini koparıp veriyormuşuz gibi düşündürür, hissettirir bana. Kimine küçük bir parça veririz kimine kocaman... Kopardığımız her taş bir boşluk bırakır geride ama hemen öyle korkmayın, o boşluklar bize zarar vermez çünkü taşların bir kapsama alanı vardır. Sevdiklerimiz çevremizdeyken tıpkı kalbimizdeymiş gibi enerji verirler bize. Bu yüzden hayatımızın büyük çoğunluğunda hiçbir sorun yaşamayız. Yine de bazen... Bazen sevdiklerimizden uzak kaldığımızda, görüşüp konuşamadığımızda, kavga edip küstüğümüzde, o boşluk kendini hissettirmeye başlar. Sevdiğimiz ve görüşemediğimiz kişiye verdiğimiz parça ne kadar büyükse

Metafor

 “Cennete girebilmek için önce ölmek gerekir. Ölmeyi kabul ediyor musunuz?”  Göz alabildiğince uzanan vadinin ortasında, gece yarısına birkaç dakika kala geldikleri bu yerde karşılarına çıkan iri yarı, takım elbiseli ve siyah kravatlı adam tüm ciddiyetiyle bu soruyu yöneltti, ikiliye. Gençler, şık giyimli “bekçinin” aksine çok sıradan görünüyorlardı.  Hiç tereddüt etmeden, gururunun vücut diline yansımasıyla -sırt dik, göğüs şişik- çenesini gayrı ihtiyari yukarı kaldırarak “Evet.” diye yanıtladı Muzaffer. Yine de soru ona gereğinden fazla ciddi görünmüştü. Adam arkasını dönüp sandığa ilerlerken, yanında olanları kayıtsız gibi görünmeye çalışarak izleyen ama aslında heyecanını bastırmaya çalışan İbrahim’e döndü tereddütle. Korkunca göz bebekleri büyür sanırsınız... Bekçinin almaya gittiği şeyi görünce Muzo’nun göz bebekleri gecenin karanlığında bir zeytin tanesi kadar büyük ve simsiyahken bir anda bir toplu iğne başı boyutuna kadar küçülüverdi.  Gözlerini Avrupa tarzında