Gördüklerim rüya mıydı yoksa gerçek mi ayırt edemiyorum. Elimde sadece, benim de birazdan size anlatacağım gibi olanları bana anlatan insanların hikayeleri ve o hikayeler doğrultusunda belki de hayal gücümün boşlukları doldurma çabası var. Ben o'nu böylesine net hatırlarken olanların gerçek olup olmadığının ne önemi var ki! Nasılsa o'nu düşündüğümde yine içimi ferahlatan o rüzgar esecek...
Muhtemelen aynı gece çalınan gitarımdan çıkan metalik ama bir o kadar da insanın ruhunu okşayan seslerin hissettirdiği türden hisler uyandıran bir masal olarak görüyorum o'nunla tanışmamızı. Bu aslında bir tanışma öyküsü. Asla tam anlamıyla tanışamadığım "o" kadınla olan hikayem de, tüm serseriliklerimin sebebi olan alkol ile başlıyor. Gümüşi ayın ve gri bulutların uzandığı gök yüzüne paralel, sokak taşlarının üzerinde uzanmış, yatarken bulmuşlar beni. Bağır çağır ağlıyor, sayıklıyor ve kendi kendime; anneme bir adamı öldürdüğümü anlatıyorken aramışlar polisi. Cahil komşular, hatta cahilden de çok, korkaklar! Sanki onları da öldüreceğimden korkmuşlar. Adamın kafasına silahı nasıl dayadığımı, tetiği nasıl çektiğimi detaylı bir şekilde haykırıyormuşum gerçi. Sanırım onları suçlayamam. Herhalde ben de aynını yapardım. Neyse ki polis geldiğinde yere yatmış, ağlayan zavallı gence acımış olacak ki -hele de alkol komasına girdiğim düşünülürse- ambulansa haber vermeyi akıl edebilmiş.
Ambulans geldiğinde "Anne seni ağlatmak istememiştim" diye sayıklıyormuşum. Acil tıp teknisyeni (ATT) kızlardan birini oldukça etkilemiş olmalıyım. Aptal kızlar, böyle şeyleri neden romantik bulurlar ki? Neden yakışıklı bir erkeğin -laf aramızda eli yüzü düzgün biriyim- ağlaması onlara bu kadar çekici gelir? Neyse, bana hikayemin önemli bir kısmını anlatan kız az önce bahsettiğim bu ATT kızı. Dedim ya onu etkilemiş olacağım ki nasıl olduysa numaramı bulmuş. Ertesi gün beni aradığını hatırlıyorum. Dediğine göre; sürekli ağlayarak gitmem gerektiğinden bahsediyor, arkadaşlarıma "veda" ediyormuşum. Ve anneme. Özellikle anneme. "Ölmek istemiyorum. Bazen de hiç doğmamış olmayı diliyorum!" Dememden intihar etmeyi düşündüğüm varsayımında bulunmuş. "Biriyle konuşmaya ihtiyacın olursa çekinmeden arayabilirsin." demesine karşın teşekkür edip muhtemelen öldürdüğüm adamın zaten kendim olduğunu söylediğimi hatırlıyorum. Bu metaforu anlayabilecek kadar zeki biri miydi hiç bilmiyorum. O telefon görüşmesinden sonra bir daha hiç konuşmadık. İtiraf etmeliyim ki bu hikayenin en önemli karakterlerinden biri o kız. Çünkü gerçeklik ve hayal ikilemi arasında, yaşananların gerçek olduğuna dair inancımı güçlendiren en önemli kanıtlardan biri bu telefon konuşması. Konuşmadan sonra gözümde canlanan birkaç kare olduğunu hatırlıyorum. Bir adam silüeti beni sedyeden alıp yatağa yatırıyor. Yerimde duramıyor ve tepiniyorum. Dışarda yıldırımlar düşüyor ve şimşekler çakıyor. Korkuyor gibiyim ya da belki de dans ediyorum. Zavallının tekiyim diyorum kendi kendime ve ağlıyorum. "Zavallının tekiyim, kimse beni sevmiyor."
İşte tam o an, esas kız geliyor.
Hiç gerçek olduğunu sandığınız bir rüya gördünüz mü? İşte şimdi, bu hikayeye bambaşka bir boyut katan karakterden söz ediyorum. Anlattıklarımı hikaye olmaktan çıkaran, adeta bir masala çeviren karakterden...
Bir yandan da eğer gerçek olmasaydı her bir detayı nasıl böylesine hafızama kazıyabilirdim diye düşünmeden edemiyorum. Beyazlar içinde bana doğru yaklaşıyor. Tanıdık ve sevecen bir yüzü var. Simsiyah, düz, omuzlarına kadar inen saçları ve daha siyah gözleri var. Gözlerindeki siyahlık içime öylesine işliyor ki bir daha benim için güneş asla doğmayacak diye düşünüyorum.
Bir yandan acılar içindeyim. Bir yandan sonsuz huzura eriyorum. En büyük merakım da onun bir melek olup olmadığı. Emir verildi de, o benim ruhumu alıp götürmeye mi geldi? Bismillahirrahmanirrahim! Bir nevi ruhumu alıyor. Bedenim hala yaşıyor ama içimde o simsiyah gözlerin karanlığından başka hiçbir şey hissedemiyorum.
"O zavallı bir çocuk!" diyerek yanıma yaklaşıyor. "Gariban bir annenin gariban bir oğlu... Ona iyi davranın!" diye emir veriyor şeytanlarına. Ve ben duruluyorum. Korkulu kasılmalar gidiyor ve dansım sona eriyor. O'na güveniyorum ve kendimi teslim ediyorum. Arkasını dönüp uzaklaştığı anı size tarif edebilmek isterdim. Keşke dünyanın en iyi şairi, en iyi yazarı ya da en iyi bestekarı olsaydım da hissettiğim o acıyı size de hissettirebilseydim. Hatırladığım şu an bile içimdeki o karanlık, tüm dünyayı kaplıyor.
"Beni önce sevip sonra da öylece gidebileceğini mi sandın?" diye ağlıyorum arkasından.
"Bana bunu yapamazsın yavrum!" diye bağırıyorum. Allahım, hemen burdan kaçıp gitmeliyim diye düşünüyorum. "Bırakın beni!" Bırakmıyorlar. "Bırakın gideyim!" Bırakmıyorlar! "Bırakın ulan beni!" Bir süre sonra artık hiçbir önemi kalmıyor.
O'nunla beraber parıldayan o ışık da sönüp gidiyor. Masal yine hikayeye dönüşüyor ve en sonunda yine elimde kuru bir gerçeklik kalıyor. Adli rapora göre çok içip alkol komasına girmişim. Huzursuzluk çıkardığım için komşular şikayet etmiş ve hastaneye götürülmüşüm. Nöbetçi doktorun kim olduğu bilinmiyor. Görsem tanırım ama alkol komasındaki birinin olanları hatırlayamayacağını söylüyorlar. İnsan aşık olduğu kişiyi nasıl unutur? Hatırlayacağıma eminim. O'nu tanıyamamaktan değil, tüm bunların gerçek olmamasından korkuyorum.
Ne önemi var,
Rüzgar nasılsa esiyor...
Yorumlar
Yorum Gönder