Bu, dünyada yazılmış en iyi ve en harika blog: Anısına. Uzun zaman önce bir gece vakti kardeşim Semih ve ben, Ayvacık’tan Saray'a dönüyorduk. Uzun ve sessiz yolda bizden başka kimsecikler yoktu. Bütün gün alkol içmenin bize verdiği yetki ve yolun ıssızlığıyla birlikte; o gece o yoldaki -hatta belki de koca evrende- en gürültülü iki varlık bizdik. Sonra birdenbire, yolun ortasında parıldayan bir ışık belirdi. Işık, sanki gözümüzün önündeki gerçeklik perdesinin yırtılması sonucu başka bir boyuta açılan ince bir çizgiden sızıyordu. Sonra çizgi büyüdü ve genişledi, gözlerimiz tamamen ışığın ihtişamına büründü. Açılan geçidin içinde bir siluet belirdi ve bizi o büyülenme halinden gerçeğe döndürdü. Sivri dişleri, kıvrımlı boynuzları ve kırmızı gözleriyle karşımızda Şeytan dikiliyordu. Ve bize dedi ki: "Hemen şimdi, burada, bana dünyanın en iyi blogunu yazın! Yoksa ruhlarınızı yerim." Donup kaldık ve birbirimize baktık. İkimizin de gözlerinde tek bir ka
Sabahın soluk mavi ışıkları pencerene tıklatır. Günaymaz sen orada olmayınca. Akriliği kurumuş bir tuvalin çatlaklarında kaybolursun. Yaşananlar cansız fakat resim bir o kadar diri. Durup yakından baksan, sanki seninle konuşacak içlerinden biri. Işıkları sonsuza kadar hapsedilmiş caddelerde dolaşırsın. Ya da malzemenin ömrünün yettiği kadar. Sonuçta her şeyin bir ömrü var hayatta. Ağır taş köprünün de var, donuk nehrin üzerinden geçtiğin. Vitrinlerin önünden yürürsün, yansımanı göremediğin. Çünkü yansımalar ruha çarpar! Sen orada değilsin, ruhun hiç değil... On yıllardır misafiri olmayan bu kadim şatonun bedensiz bir sakiniyim ben, bunları iyi bilirim. Bana baktığında, delip geçer bakışların içimden, arkamdaki duvarın döküklerini görürsün. Artık sadece şeffaf bir ürpertiyim, aynalar tepki vermez bana. Sesim kahkahalarına karışmaz. Saçımı saldığımda, zaman nasıl dururdu unutursun. Bahar'ı belki de hiç hatırlamıyorsun. Sana Venüs'ü anlatmadım sanki, bizim çocukları ve bal