Ana içeriğe atla

EGO

Güzel bir üslubun varsa, yazılanlar çikolata ve kaymak tadında. Peki ya yoksa? Neden acı biber etkisi yaratmak zorunda! Ah, insanların egolarının olmamasını anlamıyorum. Bence egonun olmaması bir aşağılık-lıktır. Gel de sana şöyle anlatayım, “ego” denilen şey biraz abartılıyor. Yani yanlış anlaşılıyor. Ego; aşağılık kompleksi olan insanların, kendiyle barışık olan insanlarda gördüğü şeye koydukları isimdir. Başta “şey” yerine “kusur” kelimesini kullanmak istedim ama bana göre bu bir kusur değil bir lütuftur. Zamanla aşağılık kompleksi olan insanlar tarafından kusurlaştırılmış ve uygun örnekler bulunarak markalaştırılmıştır.

Peki ne mi bu uygun örnekler? Tabii ki bu gün gördüğünde, “egosundan geçilmeyen insan işte budur” dediğin insanlar var ya, heh işte onlar bu markanın üreticileridir. Bizim küçük, sevimli egolarımız bu günün ego kavramıyla can çekişiyor. Egonun sevimlisi mi olur deme, olur! Hani bir iş başardığında, birine küçük de olsa bir yardım ettiğinde içindeki kelebeklerde bir uçuşma, bir kıpırdaşma hissi var ya. İşte onlar bizim küçük, tatlı, sevimli egocuklarımız. Kendini sevmene, kendinle gurur duymana yarayan şeyler. Egolar…

Hadi ama… Yoksa hayat nasıl çekilir olabilirdi ki? Çirkin yüzlerimizi aynada gördüğümüzde sinir krizlerine girer, iğrenç sesimizi duymaktansa konuşmamayı yeğlerdik. Her şeye alınır, kendimizi tüm kötü şeylerin hedefi olarak görürdük. Bu da yetmezmiş gibi bir de etrafımızda en az bizim kadar çirkin ama kendinin güzel olduğunu düşünen bir varlık gördüğümüzde çıldırırdık. Ben çıldırırdım. Tanıdık geliyor mu? Evet, bahsettiğim “aşağılık kompleksi” bu işte! O aşağılık pisliklerin yarattığı bir kavram bu “EGO”. Yaratıldı, üretiliyor ve tüketiliyor. Sahi tüketicilerden bahsetmemiştim değil mi? Tüketiciler senin gibi insanlar. Yani egonun kötü-pis-kaka olduğunu düşünenler. Bu zararlı markanın tüketimine bir dur de! Sen de ayna karşısına geç ve “Hepsi senin mi yavrum!” de…





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Unu Tonu

       Yaşayarak ölüyoruz, kurtuluşumuz yok. Ağlamak istedikçe akıyor içime gözyaşları. Çığlıkların yerine kopuyor bazı şeyler benden. Sessizlik boğazıma dolanıyor; sensizlik yutkunuyorum. Ölmek için yaşamaz insan; üzülmek için sevmez de... Özlemek ayrı konu. Unut onu, unut onu!        Çarpma işlemindeki 1 kadar etkim var hayatım üzerine. Her öfkelenişimde sövüyorum toyluğumdan geçinenlerin düzenine. Kuduran denizin dalgaları gibi köpürüyorum gri. Sonra duruluyorum, ya ne olacak? Ben aslında buyum, Sylvia’nın öz oğlu. Yok başka bir şey olduğu. Yanlışlıkla öldü diyecekler arkamdan. Ya da bir dalyarak gelip ileri geri konuşacak başımda. Ve sen, benim güzel katilim, elbet bir gün anacaksın beni. Cenazem gözlerinden kalkacak.         Böyle olacak gidişim. Gelecek planları yaparken, ölümsüzmüşüm gibi. Hepsi bitecek ve tükeneceğiz. Perişanım şimdi, sen de mutlu ol. Büşra, bu yazıda nihayet biraz Sezen Aksu görebilecek. Biraz da...

Meleğin Hüznü

         Kahramanımız nereye gitse güneş orada batardı. Çanlar onun için çalar; Lilium, ezgisini söylerdi. Artık Haziran'da ölmek daha bir kolaydı. Eylül, yokuşu çıkarken yorulur ve geçmez olur, zaman 17'de dururdu.      Neyi kaybettiyse bu hayatta, peşindeki melek onun için ağlardı. Binlerce yıldır ağlardı! Gözyaşları; müzik ve notalar, yağlı boyalarla tablolar olup akardı. Ardından ağıtlar yakardı. Mırıldanıp bir şeyler söylemeye çalıştıkça nefesi kuzey rüzgarlarına karışırdı. O da alışırdı elbet; acının tüm tayflarında sızıyan bir yüreği olmasa... Çekip gider, hayata karışırdı. Şu göklerin altında söylenebilecek bir kudretli kel â m olsa bulacaktı. Neyse kaybettiği, getirip yerine koyacaktı. Oysa sonsuzluğun treninde ona kesilen bilet, yoksunluğun illetiyle imgeleniyordu. Mazlumunun adını Sükut koydu.     Meleğin aksine kahramanımız hiç ağlamazdı. Gri gözleri kanlanır ama yaşlar akmazdı. Dingin yüzünde bir tebessüm olduğu bile söylen...

Sıradan

          Tüm muharebelerini kaybetmiş bir amiralin son kurşunu bu kelimeler. Bir insan kaç savaşta yenilebilir ki? İşte ben o kadar yenildim sana. Ah, hadi ama... Böyle bir cümlenin geleceğini sen de tahmin ediyordun, değil mi? Ezberlemiş olmalısın artık beni. İyice tanıyorsun, bir virtüözün enstrümanını tanıdığı gibi. Ve çoktan fark etmiş olmalısın aslında yitirdiğimi kelimeleri. Söyleyecek pek bir sözüm kalmamış geriye; birkaç süslü cümle ve biraz kafiye, o kadar! Sanki yine sarhoşum ve seni yazmak için bir bahane bulmuşum. Bir yerden ilham gelmiştir nasılsa, tanıdık bir müzik çalınmıştır kulağıma. Ne var bunda? Yazmak istiyorum, anlasana! [Yazasım Var #5] Ben bugün bile hâlâ otuzumda, seni düşünürüm her ayın dokuzu nda. Kafiyeler yazma çabam, onların güzel olduğuna dair batıl bir inançtan ibaret. Çünkü sen de güzelsin. Seni yazmak demek, süpernovaya dönüşen yıldızları yazmak gibidir. Çünkü bulutsular da güzeldir. Yazdıklarımı anlamaları için astron...