Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Anısına

      Bu, dünyada yazılmış en iyi ve en harika blog: Anısına.      Uzun zaman önce bir gece vakti kardeşim Semih ve ben, Ayvacık’tan Saray'a dönüyorduk. Uzun ve sessiz yolda bizden başka kimsecikler yoktu. Bütün gün alkol içmenin bize verdiği yetki ve yolun ıssızlığıyla birlikte; o gece o yoldaki -hatta belki de koca evrende- en gürültülü iki varlık bizdik.      Sonra birdenbire, yolun ortasında parıldayan bir ışık belirdi. Işık, sanki gözümüzün önündeki gerçeklik perdesinin yırtılması sonucu başka bir boyuta açılan ince bir çizgiden sızıyordu. Sonra çizgi büyüdü ve genişledi, gözlerimiz tamamen ışığın ihtişamına büründü. Açılan geçidin içinde bir siluet belirdi ve bizi o büyülenme halinden gerçeğe döndürdü. Sivri dişleri, kıvrımlı boynuzları ve kırmızı gözleriyle karşımızda Şeytan dikiliyordu.      Ve bize dedi ki: "Hemen şimdi, burada, bana dünyanın en iyi blogunu yazın! Yoksa ruhlarınızı yerim."      Donup kaldık ve birbirimize baktık. İkimizin de gözlerinde tek bir ka

Aşk ve Öfke

    Sabahın soluk mavi ışıkları pencerene tıklatır. Günaymaz sen orada olmayınca. Akriliği kurumuş bir tuvalin çatlaklarında kaybolursun. Yaşananlar cansız fakat resim bir o kadar diri. Durup yakından baksan, sanki seninle konuşacak içlerinden biri. Işıkları sonsuza kadar hapsedilmiş caddelerde dolaşırsın. Ya da malzemenin ömrünün yettiği kadar. Sonuçta her şeyin bir ömrü var hayatta. Ağır taş köprünün de var, donuk nehrin üzerinden geçtiğin. Vitrinlerin önünden yürürsün, yansımanı göremediğin. Çünkü yansımalar ruha çarpar! Sen orada değilsin, ruhun hiç değil...     On yıllardır misafiri olmayan bu kadim şatonun bedensiz bir sakiniyim ben, bunları iyi bilirim. Bana baktığında, delip geçer bakışların içimden, arkamdaki duvarın döküklerini görürsün. Artık sadece şeffaf bir ürpertiyim, aynalar tepki vermez bana. Sesim kahkahalarına karışmaz. Saçımı saldığımda, zaman nasıl dururdu unutursun. Bahar'ı belki de hiç hatırlamıyorsun. Sana Venüs'ü anlatmadım sanki, bizim çocukları ve bal

Sıradan

          Tüm muharebelerini kaybetmiş bir amiralin son kurşunu bu kelimeler. Bir insan kaç savaşta yenilebilir ki? İşte ben o kadar yenildim sana. Ah, hadi ama... Böyle bir cümlenin geleceğini sen de tahmin ediyordun, değil mi? Ezberlemiş olmalısın artık beni. İyice tanıyorsun, bir virtüözün enstrümanını tanıdığı gibi. Ve çoktan fark etmiş olmalısın aslında yitirdiğimi kelimeleri. Söyleyecek pek bir sözüm kalmamış geriye; birkaç süslü cümle ve biraz kafiye, o kadar! Sanki yine sarhoşum ve seni yazmak için bir bahane bulmuşum. Bir yerden ilham gelmiştir nasıl olsa, tanıdık bir müzik çalınmıştır kulağıma. Ne var bunda? Yazmak istiyorum, anlasana! [Yazasım Var #5] Ben bugün bile hâlâ otuzumda, seni düşünürüm her ayın dokuzu nda. Kafiyeler yazma çabam, onların güzel olduğuna dair batıl bir inançtan ibaret. Çünkü sen de güzelsin. Seni yazmak demek, süpernovaya dönüşen yıldızları yazmak gibidir. Çünkü bulutsular da güzeldir. Yazdıklarımı anlamaları için astronomiyi ve uzayı bilmeleri g

Mutlu-Sonsuz Masallar

     Ellerin çocuk elleriyken, şimdi ellerinde çocuk elleri var. Mutlu muyuz can suyum sonunda, tam da yapraklarım kuruduğunda? Önceden köprünün bulunduğu yerden geriye yalnızca hatıran kalmış. Altından hiç sular akmamış ve ben hep aynı nehirde yıkanmışım... Yine de ne ben aynı benim ne de sen bir zamanlar bildiğim gibisin. Tatlı-acı ve biraz da doğru. Ah şu kalbim nasıl da dönerdi gündöndüler gibi gözlerine doğru!      Oysa doksan üç yaşına kadar yaşamak isterdim hep. Büyük bir usta olarak gömülmek; torununun torununu görmek. Çocuklarına iyi bir baba olabilmek… Şimdiyse kızlarımı öykülere gömüyorum Mekkeli müşrikler gibi. Tanrı da dur demiyor, destekliyor sanki. Anla işte, bahar gelmeyecek vahalarıma, düzeleceği de yok bu çöllerin.      Tüm masallar gibi bu da bir var-bir yokla başlar. Caddeler, gecenin tenhalarına çekilir. Issızın derinlerinde yalnızlık yeşerir. Ve ben, her Eylül’de yeniden doğarım. Yani doğardım eskiden... Artık sadece hayattayım ölümü beklerken. Bilirsin işte, send

Yadigâr

     İnsan, beyazlarını da severmiş yadigâr kalınca. Bu evden taşınacağım mesela. Kitap bir gün bitecek. İşimden de ayrılacağım. Ve sen bir hatıra olacaksın... Seni öyle seveceğim artık. Acıları kabullendiğim gibi kabulleneceğim yılların benden gidişini. Seni de giden o yıllarla birlikte geride bırakacağım. Hatıran yadigâr kalacak.      Şimdi boşuna kahrını çekiyorum bu dünyanın. Ne garip, hiç doğmak istememiştim oysa! Hatırla anne, göklerin tavanının çatırdadığı o kanlı geceyi. Hatırla sana neler ettiklerini! Değer miydi sence bu olanlara? Yeryüzünde öylece dolanan yalnız bir ruh olmama? Söyle, yıllarımı geri versinler, yıllarımı geri bana… İvedi bir yaz akşamı, güneş batarken, serin bir meltem kestiğinde son nefesimi, gözlerimi kapatıp karnındaki huzura döneyim. Huzuru geri bana…       Günler geçiyor elbet. Yaşamak, tatlı bir telaşın mücadelesi. En azından kendimi buna inandırıyorum ben de herkes gibi. Bir tutunma çabası… Hayatın kıyısında gezinip, ayaklarımı suya değdiriyorum. Yeni

Meleğin Hüznü

         Kahramanımız nereye gitse güneş orada batardı. Çanlar onun için çalar; Lilium, ezgisini söylerdi. Artık Haziran'da ölmek daha bir kolaydı. Eylül, yokuşu çıkarken yorulur ve geçmez olur, zaman 17'de dururdu.      Neyi kaybettiyse bu hayatta, peşindeki melek onun için ağlardı. Binlerce yıldır ağlardı! Gözyaşları; müzik ve notalar, yağlı boyalarla tablolar olup akardı. Ardından ağıtlar yakardı. Mırıldanıp bir şeyler söylemeye çalıştıkça nefesi kuzey rüzgarlarına karışırdı. O da alışırdı elbet; acının tüm tayflarında sızıyan bir yüreği olmasa... Çekip gider, hayata karışırdı. Şu göklerin altında söylenebilecek bir kudretli kelam olsa bulacaktı. Neyse kaybettiği, getirip yerine koyacaktı. Oysa sonsuzluğun treninde ona kesilen bilet, yoksunluğun illetiyle imgeleniyordu. Mazlumunun adını Sükut koydu.     Meleğin aksine kahramanımız hiç ağlamazdı. Gri gözleri kanlanır ama yaşlar akmazdı. Dingin yüzünde bir tebessüm olduğu bile söylenirdi. Bu kefaretin sükûnetiydi. O, kaybetti

Unu Tonu

       Yaşayarak ölüyoruz, kurtuluşumuz yok. Ağlamak istedikçe akıyor içime gözyaşları. Çığlıkların yerine kopuyor bazı şeyler benden. Sessizlik boğazıma dolanıyor; sensizlik yutkunuyorum. Ölmek için yaşamaz insan; üzülmek için sevmez de... Özlemek ayrı konu. Unut onu, unut onu!        Çarpma işlemindeki 1 kadar etkim var hayatım üzerine. Her öfkelenişimde sövüyorum toyluğumdan geçinenlerin düzenine. Kuduran denizin dalgaları gibi köpürüyorum gri. Sonra duruluyorum, ya ne olacak? Ben aslında buyum, Sylvia’nın öz oğlu. Yok başka bir şey olduğu. Yanlışlıkla öldü diyecekler arkamdan. Ya da bir dalyarak gelip ileri geri konuşacak başımda. Ve sen, benim güzel katilim, elbet bir gün anacaksın beni. Cenazem gözlerinden kalkacak.         Böyle olacak gidişim. Gelecek planları yaparken, ölümsüzmüşüm gibi. Hepsi bitecek ve tükeneceğiz. Perişanım şimdi, sen de mutlu ol. Büşra, bu yazıda nihayet biraz Sezen Aksu görebilecek. Biraz da Birhan Keskin, yani öylesine barbarca bir sevgi. Hani şu mavi k

Hazan Biri

            Dünya üzerime gelir; diz çökmüş Atlas gibiyim. Omuzlarım ezilir, kelimeler boğazıma dizilir. Kimseye laf anlatmak gelmez içimden. Gözlerime bakma anne, sana yalan söylemek istemem. Nazende bi' düş, bazen bir gülüş alır götürür... Sessiz bir öpüş ve keskin bir bakış öldürür beni. Yazan biri değil, hazan biriyim artık ben. Yapraklarım dökülür.       Geçmiş, dönemeyeceğim kadar uzaklaşır benden. Kurduğum hayaller yıkılır, propagandasını yaptığım davalar satılık çıkar. Dionysosçu bir tragedya oynarım. Çağın bir kahraman ve sana baş kaldıran! Ne gelir elden? Artık formüllerle yazamam. Semih fark eder, Cennet beğenmez. Koray, zarlarımı yeniden at! Soluyor bak auram. Bu fani bedenim elbet tadacak bir gün ecelden; fakat ideam ulaşılamaz.     Kaç kere sıfırdan başlayabilir ki insan? Daha kaç savaşa tanıklık eder bu meydan? Kaç yağmur temizler günahlarımı? Ben, senin yerine de yandım ulan! Sen taşı içimde söndürdüğüm bu yangını. Al ellerinin arasına başını, söyle kendine ne yalan

Her Ayın Dokuzu

              Her yazın kendine has bir kokusu vardır. Kesik bir meltem eser ve o an hatırlarsın. Kimi zaman Şirince Şarabı tadında, bazen de balık ve bira... Akşamüstü turunculuğunda fark edersin tükendiğini tüm kelimelerin. Söylenecek pek bir şey kalmaz geriye. Yaşın yirmi dokuz. Artık her ayın dokuzu bir armağandır eski sevgiliye. Gitarcının hediyesi renkli bir pena, şairinki birkaç kafiye. Ve sen, öylece beklemeye devam edersin akşam çökerken. Gün aheste uzaklaşır.        Gökyüzüne yıldızlar yaraşır, dudağında muzip bir gülümseme. Hiçbir ressam boyayamaz güzelliğini. Tanrı varsa en büyük kanıtı sensin. Ne bir eserim yakışır gözlerine, ne de ben hatırladığın o aptal çocuğum artık. Aşk, âlimlerin kendilerini işine adamak için uydurduğu bir bahane miydi sadece? Yoksa kuyumcular daha fazla pırlanta satsın diye mi severiz sence? Boşver, bazı soruların cevabının olmasının dahi bir mânâsı yoktur. Hayat da böyle belki, gelip geçiyor yaşıyoruz diye nasılsa.      Sen tahtında oturup yarını p

Acı Tat

     Yabancısı olduğun şehirlerin siluetleri geceleri birbirine benzer. Gökdelenlerin tepesindeki ışıltılı hayatın da kirli sokaklardaki hamam böceklerinin de birbirinden farkı yoktur. Kulaklarında tekrara aldığın müzik çalarken caddelerinde dolaşırsın şehirlerin. Hastalık ruhuna işler, genzinde bir kusmuk kokusu… Merhabalar, elvedalara karışır; pişmanlıklar birbiriyle yarışır. Gözünden akan birkaç damla yaş dudaklarında tuzlu bir tat bırakır.       Bu, pişmanlığın acı tadıdır…      Hayat, akıp giden bir nehir gibidir. Seni alıp sürükler bir yerlere, ancak öylece istediğin yere götürmez. Güzel şeyler hiçbir zaman kendiliğinden gerçekleşmez. Orada olmak, katkıda bulunmak gerekir. Kulaç atar, kürek çekersin. Bazen ulaşsan da gittiğinde orada bulamazsın. Uğraşsan da istediğin gibi olduramazsın. Hiç denemediğin hayallerin de deneyip başaramadıkların da tepene yıkılır. Ne güneş doğsa da aydınlatır artık ne de yiyip içtiğinin bir tadı kalır.        Bu, çaresizliğin acı tadıdır…    İyi ya da