Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2016 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Mağara Adamı

Anlatacağım olay Paleolitik dönemin, insanın içini ısıtan bir bahar gününün akşamında yaşanmıştı. O zamanlarda avımızı avlar, akşamları mağaralarımızda ateşin etrafında hayatı sorgulardık. Varlığın ana maddesi nedir, evrende bir düzen var mıdır, bilgi nedir? Her zaman bir kaç becerikli insan olur ve duvarlara resimler çizerdi. Öyle bir yeteneğim hiç olmadı. Ben daha çok "sorgulayanlardan" biriydim. Günlerden bir gün, ateşin başında yine bu tarz sohbetler ederken, avcı liderlerinden biri ortaya bir hipotez attı. Sözlerine şöyle başlamıştı: Doğayı incelemek benim işim. Bu sayede yiyecek elde ediyoruz. Genç insanları yanıma alıp avlanma sanatını öğretiyorum. Onlara sürekli aynı şeyi söylediğimi fark ettim: “Her zaman daha güçlü bir tür vardır.” Herkes avcı şefinin nereye varmaya çalıştığını düşünürken, sorguladığı şeyi fark ettiğimde dehşete kapılmıştım! Önceleri, bana dehşet veren bu düşünce daha sonraları soracağımız tüm sorulara bir cevap olacaktı aslında. Ve bu

Olmayan Adam

Artık hiçbir şeyin tadını alamıyorum. Güneş eskisi gibi doğudan doğmuyor sanki. Baharda sabahın tehditkar serinliğine karşı duran o korumacı sarı ışık yok. Kulaklıklarım da şarkıyı cızırdamadan çalıyor, rahatsız edici bir kusursuzluk. Bu ne sikim iş lan, gram zevk almıyorum hayattan! Çocukken kelebek yakalamaya çalışırdım da beceremezdim. Bir kız vardı, evinin önünden geçerdim, göremezdim. Gerçi evi orası değilmiş sonradan öğrendim. Bu o kadar kötü işte. Onlardan daha da kötü hatta. Şu meredin bile tadı bir başka artık. Basıyorlar içine şekeri, sonra miden kaynasın dursun. On sekiz yaşındayım ulan ben daha. Dünyaya siz hepiniz ben tek diyebilmem lazım. Ne bok varsa yemem, feleğin çemberinden geçmem lazım. Sen de bir şey söylesene iç-ses. Duvara mı konuşuyorum burda?        "Ne istiyorsun Kartal?" Seni. ***

Tekillik

Kara delikler tekildir. Bir türlü aklım almıyor; gözlerinden nasıl doğarım? Sallanarak yürüyorum, hiçbir şeyin anlamı yok. Sokak, yürüdüğüm yol ve yanından geçtiğim binalar flu. Düşünmek oldukça zor. Eve nasıl gideceğimi bilmiyorum. Ev nerede bilmiyorum. Bir yabancı yanımdan geçip gidecek, yıllar sonra bana iki şiir okuyacaksın. Artık bir yabancı değilsin. Sabaha kadar gelmeyeceğim. Soğuk bedenimi gamzeye koyacaklar. Hazır ol ya da olma, çoka kalmaz öleceğim... Aklım almıyor, nasıl kara delikler tekil olur, gözlerin iki tane. Her şey su içinde gibi. Eve nasıl gideceğimi bilmiyorum. Son anlarımda bir siluet beliriyor. Sürekli aynı sesleri dinleyeceğim. Bir milyon gülün anlamı ne, ev nerede bilmiyorum. Sen neredesin bilmiyorum, henüz kim olduğunu bile bilmiyorum. Kara delikler tekildir, gözlerinde öleceğim.

Yazasım Var #2

Rahatsız bir taburenin üzerinde, rahatsız edici derecede parlak beyaz bir ışığın altında, yumuşak sarı bir kağıt yerine sıradan bir a4 kağıdına yazıyorum bu sefer. Tüm o gecelerin hatırına, loş ışıkta yazarken yaptığım imla hataları gibi birkaç hata yapmalıyım. Ya da belki biraz içerikte saçmalarım. Söylemeden geçmeyeyim, en az tabure kadar rahatsız bir adamım. Pek konuşan biri olduğumu düşünmüyorum. Ya da çevremdeki bazı yakın dostlarım böyle düşünüyor, ben de onlara katılıyorum. Konuşmak zorunda olduğum yabancıların yanında değilsem neden konuşayım ki? Bir kağıt ve kalemim de varsa... Kendi kendine konuşmak başka, o konuyu geçelim.  Divan edebiyatındaki şu meşhur tartışmayı bilirsiniz; kafiye göz için midir yoksa kulak için mi? Şimdi gerçekten anlıyorum. Eskiden sadece kulak için olduğunu düşünürdüm. Neyse konuyu çok dağıtmayalım. Ne diyorduk; yazasım var. Siz hiç gerçek olmayacağını bildiğiniz bir hayal kurdunuz mu? En azından gerçekleşme ihtimali olan hayaller

Gel Yıllardır Yokluğundan

İmlalarımdaki yanlışlarla alıştım bu işe; genellikle geceleri, karanlıkta yazdığımdan. Eşyalar loş ışıkta birer öcü, çocukluk korkularında büyüttüğün masallardaki yalanlarından. Odalar, sokaklar, insanlar soğuk. Hayatlar kış, giden yaz. ''Bana yaz.'' Özel günlerde bir kartpostal da olur, sanki yaşımız yetiyormuş gibi. Gel, biraz daha eski şarkılar söyleyelim, sen anlarsın dediğimi, bilirsin-seversin dinlediğimi. Uzak bir pencerede bir hatıra olarak kalalım, gün batımından kurtarılmış birkaç dakika için koşuşturan çocuklar kadar hayâsız, hasretle andığım. Gel korkularımızı bir kenara bırakalım, kibir kendine başka bir köşede yer bulsun-yanında yalnızlığım... Gel, seninle buğday tarlalarındaki sarı kadar güzel olalım, güneş gibi sıcak. Güzelleşelim sözünü verdiğin rakı-balık sofrasında. Gel seninle ''boğazda'' bir hoş sohbetimiz olsun, kadehlerimizi tokuşturalım, birbirimize içelim. Geride kalan hatıralarımsa yadigârım. İnce dudaklarından dökü

Bu Bir Elveda

Son bardağı da vururken masaya, sitem ediyorum bir avuç dolusu kum zerrelerinden zamana. Saysam, kaç milyon tanecik vardır ki? Bence neden bahsettiğimi anlıyorsunuz. Hani, şarkının en sevdiğiniz yeri çalar ve hatırlarsınız ya aynı öyle işte benim çocukluğum. Komik geliyor çünkü daha dün bile çocuktum. Ah işte bak yine bir tutam kum döküldü gitti elimden. Yumruğumu ne kadar sıksam da... Bu geçen zaman, bana biraz "kıl" galiba. Merak ediyorum, nasıl olurdu acaba? Gümüş zincirli bir kolye hiç kararmasaydı. Kasetçalarların devri geçmese, ufaklıklar hala sokaklarda oynasaydı. En sevdiğimin buzlu dondurma olduğu yıllar diyorum. Yaz hiç bitmese okullar hiç başlamasaydı. Ağustos bitmeseydi yani, anladın mı şimdi? Ben bir yere tatile gitmiş olsam, daha dönmemişim. Eylül gelmiyor, ben hiç doğmamışım. Sonra bir geliyorum, her yer bayram festival. Ben yine gidiyorum, hiçbir şey değişmiyor. Bir şeyler de eksiliyor tabii, birkaç tını yok, birkaç kelime eksik, birkaç sayfa kayıp, birkaç

Senden Uzakta

Ay parçalanmış dağılırken gökyüzünden, aklını çelmek isterdim saçma sapan cümlelerle, betimler, anlamı bile olmayan. Karanlık çökerken geceye, romantik şeyler yazmak, yazabilmek isterdim aslında ben. Aslında ben, senin şiirler yazdıran bir kadından çok, şiirler okunacak bir kadın olmanı isterdim. Mutlu olsaydım da yazmasaydım hiçbirini... Şöyle güzelce bir tane seçip fazla kafiyesi olmayan, yazılmışlardan, Nisanlardan birinde sana okumak isterdim. Ölmek isterdim ansızın bir Ağustos sabahına karşı. Ölmek ya, kollarında asla. Çekip gidip bir it gibi, kimsesizce bir yerlerde sessiz, çaresiz... Sensiz değil fakat ! Sakat hayallerimde seni de yanıma alarak. Ölüp gitmek isterdim hasta bir çakal gibi, senden uzakta. ***

Vega

Mavinin sana ne kadar yakıştığını fark ettiğim günden beridir aşığım sana. Senin unuttuğun günden beridir... Dalgınlığım saçlarının dağınıklığından, yorgunluğum yazacak bir şey bulamadığımdan. Gözlerini gözlerime denk getirmekten daha da zor kelimeleri bir araya getirmek. Yine de, bir gün söyleyeceğim mavinin sana ne kadar yakıştığını. Hayır, o gün de anlamazsın. Yine de bu, bir aşkın hiç edilmemiş ilanı, Bu, hiç merhaba denilmemiş bir konuşmanın elvedası. Ah, ne kadar da öpmek isterdim boynunu oysa...

11 Mayıs Öyküsü #4

Bir önceki bölüm için tıklayın. Esin, en yakın arkadaşı olan Nazlı'yı da çağırmıştı mekana geçerken. Rüzgar yalnız kalmasın, Esin yeni tanıştığı kızla konuşmaya çalışırken onlar da muhabbet etsinler diye. Nazlı geleli yarım saat kadar olmuştu, Rüzgarla muhabbetleri iyice kaynaşmıştı. Ama gecenin beklenen misafiri hala ortalarda yoktu. Endişe git gide artıyordu. Ben bir sigara içeceğim diyerek yalnız bıraktı karşı karşıya oturmuş iki kişiyi. Nazlı ve Rüzgar birbirlerini henüz bir aydır tanıyorlardı. Esin'in çözümlemesine göre Nazlı, Rüzgardan hoşlanıyordu. Ama bu konuda henüz kimseye tek kelime etmemişti. Zaten gecenin konusunun aşk olmasının da yardımıyla masada konuşulan konu hemen aşk'a gelmişti. Daha yarım saattir oturuyor olmalarına rağmen üçüncü birasını bitiren Rüzgar, boş şişeyi sallayıp yenisini istemişti. "Niye içiyorsun bu kadar? Aşık mısın sen de?" "Aşk mı? Aşk diye bir şey yok ya." "Hiç aşık olmadın mı?" "Olmadım, olm

Kesişen Yollar Şairi

Adam, arabanın kaportasına yaslanmış çağırdığı kişinin gelmesini bekliyordu. Bir süre bekledikten sonra bir bira açmış, onu bitirmiş ve ikinci biraya geçmişti. Stres, endişe ve heyecan yüzünden ona göre saatlerdir bekliyor gibi gelse de henüz 15 dakikadır oradaydı, arabayla şehre on dakika uzakta olan kasabanın yolundaki dörtlü kavşakta. Bir dizide gördüğü bu şey deneyene kadar güzel bir fikirdi. Şimdi ise aptalca geliyordu. Birasını bitirdikten sonra evine geri dönmeye karar verdi. Arabadan gelen müziğe biraz daha ses vermek için camdan içeri eğildi ve sesi açtı. "Muddy Waters - Rock Me" çalıyordu. "Güzel müzik." dedi arkasından gelen bir ses. Adam hızla arkasını döndü ve karşısında duran yirmili yaşlarının ortasındaki güzel kadına baktı. Gökyüzünün en doruk noktasında duran ay'ın beyaz ışığı esmer tenine düşerken, simsiyah gecedeki yıldızlar saçlarını süslüyordu. Kemikli bir yüzü ve şirin bir burnu vardı. Bir an için gözleri tamamen kırmızıya döndü ve he

Lekesiz Zihnin Sonsuz Gün Işığı (Part II)

- Ne demek bu? - Bir şairin bir sözünden alınma ama önemli olan anlamı değil, ne ifade ettiği. Tayfun tüm bunlardan sıkılmaya başlamıştı. Dün geceden kalma baş ağrısı ve mide bulantısı yetmezmiş gibi bir de karşısında oturan kızın anlattıklarını anlamaya çalışıyordu. Yine soruyla karşılık verdi. - Ne anlam ifade ediyor peki? Karşısında oturan kız gözlerini devirerek camdan dışarı baktı. Birkaç saniye söyleceklerini toparladı kafasında. Gözlerini tekrar Tayfuna çevirmişti. Kafede buluştukları andan itibaren karşısındakiyle konuşmaya çalışan kız yorulup pes etmişti. Gözlerindeki ateş, çabalarının boşa çıktığını gördükçe parlaklığını kaybediyordu. Mutsuzca devam etti konuşmasına. - Film. Filmde insanların hafızasından birini, bir şeyleri çıkarabilen bir doktor var. Sen de beni hafızandan sildirmişsin. Dedi, kendi bile söylediğine zar zor inanarak.  Tayfun bir kahkaha patlattı, komik bir şeye güler gibi değil, daha çok sinirlenir gibi. - Benimle dalga mı geçiyorsun? Ama

Lekesiz Zihnin Sonsuz Gün Işığı (Part I)

Loş ışık klişesine tamamen karşı olan bu mekan, şehrin en kaliteli yeri sayılırdı. Gençler genelde kalbur üstü bir şeyler yapmak isterlerse oraya giderlerdi. En azından ucuz meyhanelerde para harcamayı daha mantıklı bulan Tayfun ve varoş arkadaşlarının düşünceleri bu yöndeydi. Sosyete mekânı. Bu gece sosyete mekanında, nispeten sosyetik arkadaşlarıyla bir buluşmadaydı. Biraz eski dost meclisi gibi, biraz da eski günleri anmak için toplandıkları bir gece. Oturdukları ne büyük ne de küçük masanın sol tarafında mekanın kocaman pencereleri vardı, tüm duvarı kaplayan pencereler insanların sigara içmek için çıktıkları balkon ve mekanı birbirinden ayırıyordu. Balkon'un aşağısında insanların yürüdüğü kalabalık kaldırım ve hemen kaldırımın yanına park etmiş araçlarla dolu bir sokak uzanırken, pencerenin diğer tarafında, mekanın içi sokağa dik bir şekilde devam ediyordu. Merdivenlerden çıkan insanlar sağlı sollu yerleştirilmiş masaların arasındaki yürümelik yerden geçer ve sokağı izleyebi

EGO

Güzel bir üslubun varsa, yazılanlar çikolata ve kaymak tadında. Peki ya yoksa? Neden acı biber etkisi yaratmak zorunda! Ah, insanların egolarının olmamasını anlamıyorum. Bence egonun olmaması bir aşağılık-lıktır. Gel de sana şöyle anlatayım, “ego” denilen şey biraz abartılıyor. Yani yanlış anlaşılıyor. Ego; aşağılık kompleksi olan insanların, kendiyle barışık olan insanlarda gördüğü şeye koydukları isimdir. Başta “şey” yerine “kusur” kelimesini kullanmak istedim ama bana göre bu bir kusur değil bir lütuftur. Zamanla aşağılık kompleksi olan insanlar tarafından kusurlaştırılmış ve uygun örnekler bulunarak markalaştırılmıştır. Peki ne mi bu uygun örnekler? Tabii ki bu gün gördüğünde, “egosundan geçilmeyen insan işte budur” dediğin insanlar var ya, heh işte onlar bu markanın üreticileridir. Bizim küçük, sevimli egolarımız bu günün ego kavramıyla can çekişiyor. Egonun sevimlisi mi olur deme, olur! Hani bir iş başardığında, birine küçük de olsa bir yardım ettiğinde içindeki kelebeklerde

Cenazem, Düğün (Demo)

Bugün, Freddy Mercury olmak nasıl bir his onu öğreneceğim. Biraz sonra, kasabanın en eski yapısı olan, aşağı camiinin bahçesindeki musalla taşından tabutumu sırtlayacaklar. Bu yer çocukken de beni hep ürkütürdü. Demek ki bu gün içinmiş... Ama hey! Hemen hüzünlenmeyin. Bugün bir bakıma mutlu bir gün. İşte geliyorlar... Hocanın namazı başlatmasını bekleyen, camii avlusundan taşmış, sokağa saçılmış yüzlerce insanın suratındaki asık yüzden farklı olarak, sokağın karşısındaki iki katlı apartmanın yanına park etmeye çalışan kamyonetin içindeki iki eski dostumun gülen yüzleri... Ahahah, Faruk bayağı sinirden gülüyor. Yüzü de kıpkırmızı olmuş. Ya öldüğüme üzülmüş ağlamış, ya da dev hoparlorleri kamyonetin arkasına yerleştirirken yorulmuş. İkisi de mümkün. Oğulcan da gülüyor. Ama tabutumu görünce gülümsemesi durulur, dalar gider bi... Tabutuma doğru çevirdi kafasını. İşte beklediğim bakış geliyor... Kamyonun arkası camiinin bahçesine bakacak şekilde park ettiler ve yanlarındaki binanın balkon

Sevmedim Seni

I Seninle dolaştığımız o sokağı, Aklımda sen varken yürüdüğüm kaldırımları, bir ağacın dallarını bir şarkının notalarını sevmişim ben. Bir kulaklığın cızırdamasına adamışım duygularımı. Gittiğim yollar gündüz gece; sırdaş olmuş aşkıma. Ben seni sevememişim ki... Hiç gitmediğim bir şehrin sahilini sevdirmişsin bana. Daha önce gezmediğim  sokaklarında seni düşünürken bulmuşum kendimi. Sen bana, bir mevsimin ağaçlardaki yaprakları sarartmasını sevdirmişsin kendini sevdirmek yerine. Seni hiç unutmayayım istemişsin. Ben seni hiç sevmemişim ki... Karanlık bir sokakta yürürken gecenin köründe, arkadaşımla yaptığım muhabbetleri sevmişim ben. Ve tüm o güzellikleri... Ağustosları sevmişim, adını sevmişim, adın Yaz, yazı sevmişim. Ben seni değil, bütün o isyanları, devrimleri ve devrimcileri hatta, anarşistleri sevmişim daha fazla, idealist düşünceleri... Seni sevememişim ki nereden bileceksin? Ben çekinceleri sevmişim o heyecanı. Gözlerine bakmanın dayanılm

Ayak Üstü

"Çarelerini tüketmiş bir adamın sahte parasını, sahte olduğunu bile bile kabul edecek insanlar vardır." İyiliklerinden mi? Acıma mı? Belki. Sadık, saf bir adamdı. Çenesinden sarkan, yılların attığı tokatlardan ağarmış sakallarını kaşıdı, sigarasını tuttuğu elinin tersiyle. Yukarıdan bakıyordu Cafer'e, kibrinden falan da değil. Cafer ufak tefek, kara kuru bir adamdı. "Hadi be dayı, boz şu parayı!" dedi bir kez daha; yalvarırcasına, aceleyle. Yılların yorduğu o derin çizgili çirkin yüzünde ne hikayeler saklıyordu daha. Yine hangi hikayenin kurbanı olacaktı Sadık kim bilir! İyi bir adamdı o. Ara sıra insanlara acırdı evet ama Cafer de bu kotayı fazlasıyla aşalı kaç sene olmuştu... "Cafer aga, geçen verdiğin şaraplar da sirke çıktı bak!" diye azarladı kendinden belki de yirmi yaş büyük adamı. Mahalledeki diğer adamların yaptığı gibi aşağılayıcı bir azarlama değildi ama bu. Kalptendi biraz, daha sıcak, biraz da feryatkâr. O adamın eline o paranın geç

Orion

Göğsümün altındaki yakut'u ona verirsem boynundaki yıldızlardan birini alabilirim sandım. Saati sol koluna takmayacak ve kabadayı gibi yürüyecekti. Tanrı onu benim başıma bela olması için yaratmıştı. Burnuna o şekli vermeye çalışırken ordaydım. Onu yaratırken ne kadar mutlu gözüktüğünü görseniz, siz de çok severdiniz. Onun da güzelliği oydu işte. Gözlerine kara delikler koymak benim fikrimdi aslında. Baktığımda zaman dursun istedim, bir anlığına sonsuz olayım. Ne bileyim, anlatırlarken dinlememişim işte! Kara deliklerin ışığı içine çektiğini, akımına bir kez tutuldun mu bir daha kurtulmanın mümkün olmadığını... Bir kez sana öyle baktı mı bir daha kurtuluşun olmuyor. Oysa sadece bana öyle baksın isterdim. Yanağından öpmüştüm onu. O zamandan kalan bir kusur, yanağındaki çukur. Sanki galaksinin merkezi orası.  Belki de öyle.   Tanrı, onu ne kadar sevmiş olduğumu bilecek kadar bilgeydi. Onu korumaları için emir verdi; sol omzuna Bellatrix, sol ayağına Rigel oturdu. Ah, bir gün

Tutamıyorum Zamanı

Konu, şarap markaları. Masanın üstünde iki farklı şarap şişesi. Ve bir de İzmir rakısı. Sanma ki devrilmiş bardaklardan ağız dolusu küfürlerle içilmiş, hayır, çekirdek bir arkadaş ortamı. Çekirdek aile olabiliyorsa çekirdek arkadaş ortamı da olabilir mi? Neyse işte. Gecenin sonunda, yine ben bir yazıyla baş başa kalıyorum. Nerden estiyse bir ilham gelmiştir nasıl olsa. Neydi kural; ilham gelirse sorgulama, yaz! Fonda ''Müslüm Baba''. Üçüncü, dördüncü tekrarlar. Her seferinde de aynı şekilde giriyor şarkıya inatla; ''İnadına yenilmeden, aşık olmadan gel.''   Sahi gelsene artık... Yerine beni koyup sarhoş olmadın hiç, ama nasıl sarhoş olduğumu da biliyorsun az çok. Sen bana şarkılarını dinlettiğinde bile sarhoş oluyorum zaten. En güzel sarhoşluklardan biri de şu; biliyorum ki yazarken, elbet bir gün okursun yazdıklarımı. Okuyorsun da zaten. Bir de şarkıda diyor ya hani, şafağım kararır-daralır geceler. Bende öyle olmuyor işte! Geceler uzuyor, şafa

Hasret

Trenlerin sesini duyuyor musun? Sirenler senin için çalmıyor. Şimdilik... "İstanbul yönüne gidecek yüksek hızlı tren 10 dakika sonra 3. peron 6 numaralı yolda bekleniyor." Eline damlayan bir yağmur damlasıydı. Hani hislerinle gök yüzünü griye boğmuştun ya onun eseri. Bırak ağlasın. Gök yüzü  bu işi iyi yapıyor. O'nun ağlamasından iyidir. Gök yüzü büyük ve güçlü. Ama o henüz o kadar güçlü değil.  Sanrılarını gördüğün o gelecek belki de hiç gerçek olmayacak. Belki de her şey çok kolay olur kim bilir. Sen yine de temkinli ol. Onu görmek için zor yollara başvurabilirsin. Gördükten sonra bile çok uzun bir sure göremeyeceksin. Geri dönmek isteyecek. En azından başlarda... "İstanbul yönüne gidecek yüksek hızlı tren 5 dakika sonra 3. peron 6 numaralı yolda beklenmektedir." Gerginsin aynı zamanda da heyecanlı. Böyle hissetmek için daha 5 saatin yok mu? Kolay olacağını sanmıştın değil mi? Diğer yolculuklarına benzeyecekti.  Bir şeyler yazacaktın belki de o

Dünya İçin Değiş

Bakmayın böyle bir başlık attığıma, sosyal mesaj içeriği bana değil bizzat Charles Bradley’e ait. Geçtiğimiz günlerde yayınladığı “Change For The World” şarkısı bana önümüzdeki günlerde piyasaya çıkacak olan “Changes” albümüyle ilgili küçük bir yazı yazma fikri verdi. 1 Nisan’da piyasaya çıkacak olan albümle ilgili bir ön tanıtım yapıp size böyle bir müzisyeni dinlemenizde yardımcı olabilirsem çok mutlu olurum çünkü Charles Bradley benim için gerçekten çok özeldir. Bazı müzisyenler vardır müzikleriyle bazıları da sözleriyle sizin kalbinizi eritir. Bradley’in benim için bu kadar önemli olmasının sebebi bunlar değil. Bradley benim müziğe olan inancımı geri getirdi. Kendisini daha öncesinde “How Long” şarkısıyla tanımıştım. Tabii müziğe olan inancımı kaybetmem günümüzdeki müziğin yozlaştığını düşündüğümden kaynaklanıyordu ve bu tamamen kişisel. Günümüz müziğine inancımı yitirmişken, Charles Bradley’in Dusty Blue şarkısını dinlediğimde benim için her şey sıradandı. 1970’lerin ya da 80

Saray Şubatları

 Akşamüstünün griliğinde seni tekilleştirir Saray Şubatları. Kışı da rüzgarı da önünde diz çöktürür ayazı. Alır başını gider mevsimler senden uzaklara, tekilleştirmekten ziyade bir başına bırakır seni kalabalığın ortasında. Öfkesinden kuduran rüzgarlar seni hiç de umursamıyordur aslında, tıpkı senin de onları umursamadığın gibi. Sevdiklerin, ailen ya da arkadaşların yoktur yanında; bu yüzdendir, yalnız yürürsün Saray'ın sokaklarında.   Yaşın, cinsiyetin, siyasi görüşün, dini inancın ya da tuttuğun takım kaybolur düşüncelerinin arasında. Şubat kaybettirir birçok şeyi, zaman akıp gider parmaklarının arasından. Yazdıklarından, dinlediğin şarkılarından bir tat hatırlatır sana; tadı damağında kalır yalnızlıklarının...   Biriktirir hatıraları, işini bilir Şubat ve en gerektiği an serbest bırakır anıları.  Tıpkı anlattığı gibi şairin, yoksul bir gramofon çalar, iki genç oturur kafiyeli şiirler yazar, bir çay bir muhabbete karakter katar. Sarayın akşamüstünde güne

Cızırtı

Hangisi daha önce başladı bilmiyorum. Gecelerce yazı yazarken bana eşlik eden şarkılardaki cızırtı mı yoksa kafamın içinden gelen sesler mi? Yazmamı sağlayan cızırtı hangisiydi ayırt edemedim hiç. Burada oturup gecelerce yazdım. Çoğu zaman cızırtılı bir şarkı eşlik etti bana, belki de cızırtıyı çıkaran şey sadece kulaklıktı kim bilir? Ama yazdım. Kafamın içindeki sesleri yazdım. Yazarken bir çok şeyi sakladım elbette sizden. Ne yani, kaçık bir yazarın tüm anlatmak istediklerini açık seçik anlatacağını mı düşündünüz? Edebiyat derslerindeki lanet adamların bir öğretisi değildi bu ya da yazılı bir kuralı yok yazarlar derneğince. Hiçbir derneğe üye değilim bu arada. Zaten dernek falan da yok, keşke olsa. Twitterda patlayıp giden ve salak saçma şeyleri yazıp, kitap bastırıp, çok satanları önceden durdurabilirdik belki. Cızırtılar... (Ah evet kaçık herif, bunu özlemişim, eskisi gibi yazıyorsun!) Cızırtılar italik yazdığım cümlelerden daha da fazlasıydı çoğu zaman. Benim yazdığım cızırtı

Basit Biri

Çok şey istememiştim bu hayattan. Bi “rock star” olmak isterdim belki ama ben sadece sololar atmak istedim. Gitarı ağlatabileceğim, gözyaşlarımı notalara dönüştürebileceğim sololar.  Aşık olmak istemiştim sonra. Çünkü bana göre ya siyah ya da beyaz vardı bu hayatta. Ya aşık olursun ya da hiç yaşamamışsındır. Hayata geldiysen de iki şey olmalıydı, ya birinin en sevdiği şarkının solo kısmı olacaksın ya da o soloyu atan kişi... Bakıyorum da isteklerim çok da basit şeyler aslında. Peki niye? Gelin de size biraz kendimi açayım. Pazar sabahları benim en sevdiğim sabahlardır mesela. En sevdiğim gün içinse Pazar diyemem asla. Cumartesi akşamlarına haksızlık olur. Çok severim Cumartesinin akşamüstlerini. Geceden sabaha özgürce seyahat edebilirsin hayatın tüm yükleri ve sorumlulukları olmadan. Sevdiğin üç-beş insan için de geçerli bu. Öyledir ki Pazar kahvaltılarını herkes için bu değerli kılar. Ailecek edilen bir kahvaltıyı kim sevmez ki? İşte ben böyle günleri geceleri birbirine kat